Hz. Muhammed'den önceki dönem
Arap Yarımadasında kâhinler, batıda papalar, papazlar, İran'da Zerdüşt inancına bağlı ateşperest rahipler, Hindistan'da Buda'ya bağlı dalaylamalar, rahipler ve Çin'de Konfüçyüs'e bağlı rahipler,
Halkın inancını sömürüp lüks ve konfor içinde yaşıyor, halk da onları insan üstü varlıklar gibi algılıyordu. Dünyaya sapık inanç sistemleri egemen olmuş ve “Demokles'in kılıcı” gibi korkunç bir kâbusa dönüşmüştü.
Ancak içlerinde aslî fıtratını koruyanlar ve ”Veysî” (Veysel Karânî) meşrebinde olanlar da vardı. Yeryüzü hiçbir zaman evliyasız kalmadığından, kuşkusuz o dönemde de kutuplar, yediler, kırklar ve ayrıca Varaka bin Nevfel, Kus bin Sa'd ve Bahîra gibi gönlü uyanık kimseler de vardı. Onlar Hz. Mûsa'nın ve Hz. İsa'nın haber verdiği son peygamberi bekliyor, ona ümmet olmak için dua ediyor ve insanları uyarıyorlardı.
Hz. Muhammed'in nuru ve soyu
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Âdem ruh ile cesed arasında iken, ben peygamberdim. (Taberânî-İbni Sa'd)
Allah (c.c.) önce Hz. Muhammed'in nurunu ve o nurdan âlemleri yarattı. Bu nedenle Hz. Âdem daha ruh ile cesed arasında iken Hz. Muhammed peygamberdi ve melekler ruhlar âleminde Hz. Muhammed'in nurunu tavaf ediyordu.
Allah (c.c.) Hz. Âdem'i yaratınca, Hz. Muhammed'in nurunu emaneten onun alnına koydu ve vakti gelince bu nuru eşin Havva'ya teslim et buyurdu.
Hz. Âdem ile Hz. Havva cennette dünya yılı ile bin yıl kadar kaldılar. Ancak cennette doğum ve ölüm olmadığından, Peygamberimiz (s.a.v.) nuru sürekli Hz. Âdem'in alnında kaldı.
Hz. Âdem ile Hz. Havva ilâhî takdirin gereği cennetten sürgün olarak dünyaya gelince, Hz. Havva on dokuz defa doğum yaptı ve her doğumunda biri kız, diğeri erkek olmak üzere hep ikiz doğurdu. Hz. Havva otuz sekiz çocuk doğurdu ama o güzelim nur hâlâ Hz. Âdem'in alnında pırıl pırıl parlıyordu.
Bir gün Hz. Cebrâil cennetten bir tabak incir getirdi ve “Ey Âdem! Bu incirleri eşin ile birlikte yiyin. Çünkü Allah size Şît adında bir evlât verecek ve onun neslinden alnındaki nurun sahibi olan Hz. Muhammed dünyaya gelecek” dedi.
Hz. Âdem ile Hz. Havva cennetten gelen incirleri yiyip yatınca Hz. Havva hamile kaldı ve Hz. Âdem'in alnındaki nur Hz. Havva'nın alnına kondu. Sonra Hz. Şît'e ve ondan da en temiz eşler aracılığı ile Hz. İdris'e, Hz. Nuh'a, Hz. İbrahim'e, Hz. İsmail'e ve ondan oğlu Kaydar'a ulaştı.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Ben, Abdullah'ın oğlu Muhammed'im. (Babam'ın babası) Abdülmuttalib, (ve dedelerimiz) Hâşim, Abdü Menaf, Kuseyy, Kilâb, Mürre, Ka'b, Lüveyy, Gâlib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike, İlyas, Mudar, Nizar, Me'ad ve Adnan. İnsanlar ne zaman iki kola ayrılsa, Allah beni en hayırlısından kıldı. Ben, (Hz. ) Âdem'den anneme ulaşıncaya kadar hiçbir câhiliyet ahlâksızlıklarına bulaşmadan hep nikâhlı eşlerden meydana geldim. (Beyhakî)
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Kuşkusuz Allah İsmail'in oğullarından (Kaydar'ı ve Kaydar'ın oğullarından) Kinâne'yi, Kinâne'den Kureyş'i, Kureyş'den Benî Hâşim'i ve Benî Hâşim'den beni seçti. (Müslim-Tirmizî)
Hz. Âdem'in alnındaki emanet nur, nice peygamberlerin, evliyaların ve milyonlarca temiz, iffetli erkeklerin ve kadınların alınlarında belirli bir süre dolunay gibi parladıktan sonra gerçek sahibine çok yaklaştı ve Kureyş kabilesinin reisi Abdülmuttalib'in oğlu Hz. Abdullah'ın alnına kondu.
Hz. Abdullah'ın Hz. Âmine ile evlenmesi
Hz. Abdullah evlenme çağına gelince alnındaki nura âşık olan kızlar, dullar, hatta evli kadınlar, onunla evlenmek ya da bir gece olsun birlikte kalmak için birbirleriyle yarışıyor, ancak Abdullah'tan câhiliye döneminde hiç beklemedikleri olumsuz cevabı alıyorlardı.
Abdullah'ın babası Abdülmuttalib de onu evlendirmek istiyor ve bu nedenle çevresindeki genç kızları soruşturuyordu. Abdülmuttalib, Mekke'nin en saygın kişisi olduğundan gerçi hangi kapıyı çalsa boş dönmez ve istediği kızı alabilirdi, ancak çevresindeki kızların hiçbirini oğluna eş olmaya, (gerçekte Peygamberimize anne olmaya) lâyık görmediği için çekimser duruyordu.
Yer altındaki karıncaların, havada uçuşan kuşların ve denizdeki balıkların kaderini yazan Allah (c.c.), hiç kuşkusuz Peygamberimiz (s.a.v.) in babasını ve annesini de takdir etmişti. Ancak bir zamanlama meselesi vardı ve Abdülmuttalib, işte bu zaman deryasında oyalanıp duruyordu.
Bir gün Abdülmuttalib'in yanında Vehb bin Abd-i Menâf'ın kızı Âmine'den söz açıldı ve orada bulunanların hepsi, Mekke'de Âmine gibi iffetli, hayalı ve güzel bir kızın olmadığını söylediler.
Zaman deryasının kıyısına çok yaklaşan Abdülmuttalib, aniden karar verdi ve doğruca Vehb bin Abd-i Menâf'ın evine gitti. Vehb, karşısında Abdülmuttalib'i görünce çok şaşırdı, heyecanlandı ve âdeta dili tutuldu. Sonra dedi ki: Ben bu gece rüyamda dedemiz Hz. İbrahim'i gördüm. Bana; “Ben senin kızın Âmine'yi, Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah'a nikâhladım, siz de kabul edin”. dedi.
Abdülmuttalib ile Vehb birbirine sarılıp biz de kabul ettik dediler ve Abdullah ile Âmine'nin nikâh akdini yaptılar. O dönemde nikâh akdinin dışında, söz, nişan, çalgı, eğlence ve gelin alması gibi tantanalar olmadığından, Abdullah ile Âmine hemen evlendiler ve Yüce Allah'ın onlara takdir ettiği görevi gerçekleştirdiler.
Hz. Âdem'den beri pek çok peygamberlerin, evliyaların ve milyonlarca temiz, iffetli erkeklerin ve kadınların nöbetleşe alınlarında taşıdıkları o kutsal nur, Hz. Abdullah'ın alnından Hz. Âmine'nin alnına intikal etti ve Hz. Muhammed'in bedensel yapısının temeli atıldı.
Hz. Âmine'nin hâmilelik dönemi
Mekke'de yıllardan beri devam eden kıtlık, kuraklık ve pahalılık, Peygamberimiz (s.a.v.) in ana rahmine düşmesi ile bolluk, bereket ve ucuzluğa dönüştü ve halk yoksulluktan kurtulup refaha kavuştu. Araplar o yıla “Senet-ül feth ve'l-ibtihac” (bolluk ve sevinç yılı) adını verdiler ve yıllarca o yılı, tarih başlangıcı olarak kullandılar.
Âmine hâtun diyor ki: Ben hâmile olduğumu ancak âdet görmeyince anladım. Çünkü hâmilelik dönemimde kusma ve bulantı gibi hiçbir olumsuzlukla karşılaşmadım. Bir gece rüyamda, “Âmine! Sen âlemlerin efendisine hâmilesin, doğduğu zaman adını Muhammed koy” dediler.
Abdülmuttalib, gelini Âmine'nin hâmile olduğunu öğrenince çok sevindi ve torunu doğunca büyük bir ziyafet vermek istedi. Mekke'de hurma yetişmediği için oğlu Abdullah'ı ticaret kervanı ile Şam'a gönderdi ve dönüşte Medine'ye uğrayıp hurma getirmesini söyledi.
Şam dönüşü Medine'ye uğrayan Abdullah, babasının dayıları olan Adî bin Neccâr oğullarının yanında hastalandı ve bir ay kadar hasta yattıktan sonra 25 yaşlarında vefat etti. Abdullah'ın ölüm haberi Mekke'ye ulaşınca, Hz. Âmine çok ağladı; çünkü kendisi genç yaşında dul ve karnındaki yavrusu yetim kalmıştı.
Peygamberimiz (s.a.v.) ana karnında iken, Ebrehe komutasındaki bir ordu Kâbe'yi yıkmak için yola çıktı. Ordu Mekke'ye yaklaşınca, ordunun önünde yürüyen “Mahmûd” adındaki fil birden yere çöktü ve tüm çabalarına rağmen kalkmadı. Fili başka bir yöne çevirdikleri zaman kalkıp yürüyor, Mekke'ye çevirince derhal çöküp yatıyordu.
Onlar fille uğraşırken bir anda sürüler halinde Ebâbil (dağ kırlangıcı) kuşları geldi ve askerlerin üzerine nohut büyüklüğündeki taşları (kimyasal bombaları) atmaya başladılar. Her kuş biri ağzında ve ikisi ayak pençelerinde olmak üzere üç taş taşıyordu ve attıkları taşlar askerlerin bedenini delip karşı taraftan çıkıyordu.
Ebrehe ile birlikte çok az sayıdaki asker yaralı bir halde kaçıp Yemen'in başkenti Sana'ya kadar gitti ama onlar da orada acı içinde kıvranarak can verdi. “Fil vak'ası” denilen bu olayda ordunun tamamına yakını helâk oldu ve bu olay Arap Yarımadasında dillere destan oldu. Bu olaydan sonra bütün kabileler Kâbe'nin kutsallığını kabullendi ve Mekke halkına saygı göstermeye başladı.
Hz. Muhammed'in doğumu
Fil vak'ası Muharrem ayının ortalarında oldu, aradan elli küsür gün geçti ve Rebîulevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi geldi. Bu gece farklı bir geceydi. Çünkü bütün âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed dünyaya gelecek ve Hz. Âmine alnındaki emaneti (nuru) gerçek sahibine teslim edecekti.
Aylar, haftalar, günler geçmiş ve Hz. Muhammed'in doğumuna artık saatler kalmıştı. Dünya, ay, güneş ve yıldızlar, aşka gelmiş Allah Allah diye dönüyor, melekler âdeta nefeslerini tutmuş doğum ânını bekliyor ve yeşil ipeklere bürünen cennet hûrileri dünyadan haber bekliyordu.
Hz. Cebrâil cennetten getirdiği üç mânevî sancaktan birini doğuya, birini batıya ve üçüncüsünü Kâbe'nin üstüne dikti ve yeryüzündeki meleklere doğum mesajını verdi.
Âlemlerin efendisini doğuracak olan Hz. Âmine gerçi genç yaşında dul ve garip kalmıştı ama o gece yalnız değildi. Evin içi Abdü Menâf kabilesinin kızlarına benzeyen hûri kızları ile dolmuş, çevresini melekler kuşatmış ve Hz. Meryem ile Hz. Âsiye'nin ruhları da gelmişti.
Ayrıca Abdurrahman bin Avf'ın annesi Şifâ Hâtun, Osman bin Ebu'l-Âs'ın annesi Fâtıma Hâtun ve Hz. Âmine'nin görümcesi Sâfiye Hâtun da o gece Hz. Âmine'yi yalnız bırakmamışlardı.
Mutlu an
Hz. Âmine diyor ki: Ben hâmile kaldığım zaman gebelik zahmeti çekmediğim gibi doğururken de doğum sancısı görmedim. Doğum vaktim yaklaşınca bir ses duydum ve ürperdim. Sonra beyaz bir kuş (melek) gelip sırtımı kanadı ile sıvazlayınca benden korku gitti.
Çok susamıştım ve içim yanıyordu. Bana hemen bir bardak dolusu su verdiler. Kardan beyaz ve baldan tatlı olan o suyu içtiğim anda içim, dışım, çevrem ve her şey nur oldu ve ben nurdan başka bir şey göremez oldum.
İşte o anda âlemlere rahmet olan yavrum Muhammed'im sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak dünyaya geldi ve hemen secdeye kapanıp “Lâ ilâhe illallah ve inniy Resûlullah” (Allah'tan başka ilâh yoktur ve ben Allah'ın Resûlüyüm) diye tevhid getirdi ve ardından üç defa “ümmetim, ümmetim, ümmetim!” dedi. (Sallallahu aleyhi ve sellem)
Peygamberimiz (s.a.v.) doğarken, dedesi Abdülmuttalib Kâbe'nin yanında idi. Gizli bir ses ona: Âmine'nin oğlu oldu. Git onu gör ve adını Muhammed koy dedi. Abdülmuttalib hemen Âmine'nin evine geldi, torununu kucağına alıp sevdi ve adını Muhammed (s.a.v.) koydu.
Abdülmuttalib hem sevindi ve hem de çok duygulandı. Çünkü oğlu Abdullah bu günleri görmeden âhiret âlemine gitti ve torunu Muhammed de babasız yetim olarak dünyaya geldi. Abdülmuttalib en güzel develeri kesip üç gün ziyafetler verdi ve tüm yetimleri, yoksulları sevindirdi.
Çok önemli bir uyarı!
Peygamberimiz (s.a.v.) İslâmî aylardan Rebîulevvel ayının on ikinci gecesi doğmuştur. Bu nedenle 1.400 küsür yıldan beri yeryüzündeki bütün müslümanlar “Rebîulevvel ayının on ikinci gecesini” Peygamberimiz (s.a.v.) in doğum gecesi olarak kutlamaktadırlar.
Perde arkasındaki gizli ellerin dayatması ile Peygamberimiz (s.a.v.) in doğum gecesini hıristiyan takvimine göre 20 Nisanda kutlayanlar ve gerekçe olarak Rebîulevvel ayının her yıl değiştiğini savunanlar, Ramazan ve hac ayları da her yıl değiştiğine göre, onları da mı hıristiyan takvimine göre düzenleyecekler?
Yüce Allah buyuruyor:
Kim ki kendisine doğru yol belli olduktan sonra, peygamber'e karşı çıkar ve mü'minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız (hidâyet etmeyiz) ve cehenneme atarız, o ne kötü gidilecek bir yerdir. (Nisâ, 115)
Asr-ı saadetten beri yeryüzündeki bütün mü'minlerin ve günümüz coğrafyasında da bütün İslâm ülkelerinin inancı, yolu ve uygulaması, Peygamberimiz (s.a.v.) in doğum gecesi 12 Rebîulevvel'dir.
Mü'minlerin yolundan ayrılanlar ve Rebîulevvel ayının 12. gecesinde sesleri kısılanlar, 20 Nisanda şahin kesilip Peygamber havârisi oluyorlar. Ne diyelim? Allah hidayet eylesin!
Hz. Muhammed'in çocukluğu ve gençliği
Mekke halkı yeni doğan çocuklarını havası daha güzel olan kabilelerdeki sütannelere verdikleri için Hz. Muhammed'i de Benî Sa'd kabilesinden Halîme ismindeki bir sütanneye verdiler.
Halîme ailesi Benî Sa'd kabilesinin en fakiri iken, Hz. Muhammed'i süt evlâtlılığı olarak alınca, evlerine her taraftan bereketler yağdı ve kısa zamanda kabilenin en varlıklı kişileri oldular.
Peygamberimiz (s.a.v.) sütannesinin sağ memesini emer, sol memesini süt kardeşine bırakırdı. İki aylıkken emeklemeye, üç aylıkken ayakta durmaya, dört aylıkken bir şeye tutunup yürümeye, beş aylıkken bir şeye tutunmadan yürümeye ve altı aylık olunca rahatça yürümeye başladı.
Sekiz-dokuz aylıkken konuşmaya başladı ve ilk sözü “Lâ ilâhe illallah” oldu. “Bismillâh” demeden bir şey almaz, sol eli ile yemez ve çocuklarla oynamayı sevmezdi.
Sütanneler genelde iki yaşına kadar çocuğu emzirir, sonra Mekke'ye getirip ailesine teslim eder ve ücretini alırdı. Halîme de iki yaşına gelince Peygamberimizi Mekke'ye getirdi ama bereketleri kaçar korkusuyla çok diller döktü, yayla havasının çocuğa yaradığını söyledi ve iki yıl daha bakmak üzere Peygamberimizi alıp Benî Sa'd kabilesine götürdü.
Peygamberimiz (s.a.v.) bir müddet daha sütannesinin yanında kaldı ve iki yıl sonra yani dört yaşına gelince, sütannesi Halîme onu Mekke'ye getirdi ve annesi Hz. Âmine'ye teslim etti.
Peygamberimiz (s.a.v.) artık annesi Hz. Âmine'nin yanındaydı ve çocukluğunun en mutlu günlerini yaşıyordu. Ancak dışarıda yaşıtlarının babalarına koşuştuklarını görünce bir kenara çekilip ağlıyor ve eve gelince, “Anne, benim babam yok mu?” diye soruyordu.
Peygamberimiz (s.a.v.) altı yaşında iken annesi ve Ümmü Eymen'le birlikte dayılarını ziyaret etmek için Medine'ye gittiler ve dönüşte babası Hz. Abdullah'ın kabrini ziyaret ettiler.
Annesi Hz. Âmine; “işte baban burada yatıyor” deyince Peygamberimiz (s.a.v.) çok duygulandı ve annesine sarılıp ağlamaya başladı. Anne ile oğul mezarın başında birbirlerine sarılıp ağlarken, Ümmü Eymen de onlarla birlikte ağladı, sonra develerine bindiler ve Mekke'ye doğru yola çıktılar.
Bir peygambere anne olma şerefi ile birlikte çilesine de katlanma zorunluluğunda olan Hz. Âmine, yolda hastalandı ve Ebvâ denilen yerde güçlükle devesinden indi ve yere yığıldı.
Babasının mezarı başında çok ağlayan ve henüz gözyaşları kurumayan sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), şimdi de “Anneciğim, sende mi öleceksin? Beni kime bırakacaksın?” diye ağlıyordu.
Hz. Âmine güçlükle gözlerini açıp son kez yetim yavrusuna baktı ve “Her yeni eskir ve her yaşayan ölür. Ben de ölüyorum ama sana doyamadım” dedi ve temiz ruhunu Azrâil'e teslim etti.
Yetim Muhammed ağlıyordu, Ümmü Eymen ağlıyordu, yerdeki ve gökteki melekler ağlıyordu. Ancak bunlar kader çizgisini aşıp kontrolden çıkan olaylar değildi ki!..
Çünkü Hz. Muhammed son peygamber olacak, sıfırdan yani Mekke müşriklerinden başlayacak ve İslâm'ı yeryüzüne egemen kılacaktı. Bu yolda önüne çıkabilecek her çeşit engelleri aşabilmesi ve olumsuzluklara katlanabilmesi için zor koşullarda yetişmesi ve sıkıntılara alışması gerekiyordu.
Ayrıca anne-baba olarak Hz. Âmine ile Hz. Abdullah'ın yavruları Muhammed'i bir peygamber olarak yetiştirmeye ve bu kutsal göreve hazırlamaya liyâkat ve yetenekleri olmadığından, Allah (c.c.) onları devre dışı bıraktı ve Hz. Muhammed'i özel gözetimine aldı.
Kervandakilerin yardımı ile Hz. Âmine Ebvâ denilen yerde defnedildi ve Peygamberimiz (s.a.v.) in “Annem'den sonra ikinci annem” dediği Ümmü Eymen, yetim Muhammed'i kucaklayıp devesine bindirdi ve Mekke'ye götürüp dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti.
Abdülmuttalib çok sevdiği ve üzerine titrediği yetim torununa sahip çıktı, onu canı gibi korudu. Ancak iki yıl sonra o da bu fâni dünyadan göçünce, Peygamberimiz (s.a.v.) 8 yaşında iken tekrar yetimlik acısını yaşadı ve amcası Ebû Tâlib ile yengesi Fâtımâ'nın eline kaldı.
Çocukluğu yetimlik ve gözyaşları ile geçen Peygamberimiz (s.a.v.) in, gençliği de yoksulluk içinde geçti ve 25 yaşına kadar amcası Ebû Tâlib'in evinde kaldı.
Hz. Muhammed'in evliliği
Mekke'de Hadîce adında 40 yaşlarında iffetli, şerefli, varlıklı ve çok güzel bir kadın vardı. Hz. Hadîce cahiliye döneminde genç yaşında dul kaldığı halde namusunu, şerefini ve iffetini titizlikle koruduğu için Mekke halkı ona, “Hadîce-i tâhire” (tertemiz Hadîce) derlerdi.
Hz. Hadîce bir gece rüyasında, ayın gökten inip koynuna girdiğini ve sonra koltuğundan çıkıp bütün âlemleri aydınlattığını gördü ve çok etkilendi. Mekke'de en iyi rüya yorumcusu ve amcasının oğlu olan Varaka bin Nevfel'e gitti ve rüyasını ona anlattı.
Varaka, câhiliye döneminde putlara tapınmayan, hak dinleri araştıran, Allah'ın birliğine inanan, münzevî hayatı yaşayan ve keşfi açık olan bir kişiydi. Varaka: “Ey Hadîce! O ay, Hz Mûsa'nın ve Hz. İsa'nın geleceğini haber verdiği son peygamberdir. Mekke'den çıkacak ve sonra Medine'ye hicret edecek. Ne mutlu sana ki, onun eşi olacaksın ve o senin evinde iken ona vahiy (îlâhî emir) gelecek ve bütün âlemleri aydınlatacak” dedi.
Genç yaşında dul kalan Hz. Hadîce, her açıdan ideal bir kadın olduğu için talipleri çoktu. Ancak o, evlenme konusunda isteksizdi. Bu rüyadan sonra fikrini değiştirdi ve evlenmeye karar verdi.
Ancak! Mekke'de kim peygamber olabilirdi ki!
Bir gün akşam üzeri güneşin batışını ve bu âlemleri yaratan Allah'ın kudretini tefekkür ederken, karşıdan Hz. Muhammed'i gördü ve işte bu peygamber olabilir dedi.
Hz. Hadîce güvenli kimselere sermaye verip ve kâr ortağı yapıp ticaret için Şam'a gönderirdi. Hz. Muhammed ile evlenmeye karar verince, onu yakından izlemek ve doğruluğunu ölçmek için sermaye verip ticaret için Şam'a göndermeye karar verdi.
Ebû Tâlib'in aracılığı ile Hz. Muhammed'e teklifini iletti ve Hz. Muhammed teklifi kabul edince sermaye verip Şam'a gönderdi. Ayrıca Hz. Muhammed'in davranışlarını yakından izlemesi için, en güvenli kölesi Meysere'yi de onunla birlikte Şam'a gönderdi.
Kafilenin dönüş haberi Mekke'ye ulaşınca, Hz. Hadîce terasa çıkıp kafilenin gelişini izlemeye başladı. Hava çok sıcaktı ve gökyüzü açık olduğu halde, sadece kafilenin üstünde küçücük bir bulut parçası vardı. Kafile yaklaşınca o bulutun Hz. Muhammed'in başının üstünde olduğunu ve kafile durunca bulutun da durduğunu gördü.
Hz. Muhammed doğruca Hz. Hadîce'nin yanına geldi ve sermaye ile birlikte elde edilen kârları ona teslim etti. Kârlar paylaşıldı ama Hz. Hadîce'nin gönlü parada değil, Hz. Muhammed'de idi.
Hz. Hadîce kölesi Meysere'yi de dinledikten sonra kesin kararını verdi ve Hz. Muhammed'in halası Hz. Sâfiye'yi evine davet edip kararını bildirdi ve aracı olmasını rica etti.
Hz. Sâfiye'nin aracılığı ile Ebû Tâlib ve Peygamberimiz (s.a.v.) de teklifi kabul edince, Hz. Hadîce'nin evinde büyük bir ziyafet tertip edildi ve çeşitli ikramlar yapıldı. Yemekten sonra Varaka bin Nevfel nikâh akdini yaptı ve davetliler dağıldıktan sonra “ay” Hz. Hadîce'nin koynuna girdi.
Hz. Muhammed için yeni bir dönem başlamıştı. Yetimlik, yoksulluk günleri geride kalmış, artık onun da vefakâr bir eşi ve çok mutlu bir yuvası vardı. Hz. Hadîce eşine peygamber adayı gözü ile bakıyor, her isteğini derhal yerine getiriyor ve gönlünü incitmemek için elinden geleni yapıyordu.
Hz. Muhammed gerçekten mutluydu ve hayatının en mutlu günlerini yaşıyordu ama o sadece eş ve baba olmak ve çoluk çocuğunun ekmek parasını kazanmak için yaratılmamıştı ki!..
Okyanuslardaki yaşam koşullarına göre yaratılan balinalar göllerde tatmin olamadıkları gibi âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed de sadece aile mutluluğu ile tatmin olamıyor, çünkü o ümmet aşkı ile yanıyordu.
Dışarı çıkınca bulutlar onu güneşten koruyor, dağlar, taşlar, ağaçlar ve melekler “Esselâmü aleyke ya Resûlallah” diye selâm veriyor ve âdeta onu göreve davet ediyordu.
Peygamberlik dönemine geçiş
Peygamberlik dönemi yaklaştıkça gayb âleminden pencereler açılıyor, olağan üstü olaylarla karşılaşıyor ve ara sıra bazı melekler ziyaretine geliyordu. Artık kalbi dünyadan kopmuş sürekli Allah aşkı ile yanıyor ve gönlü Allah'tan başka hiçbir şeyle tatmin olmuyordu.
Kırk yaşına yaklaşınca her gece açık ve net rüyalar görmeye ve kaderle ilgili sırları önceden öğrenmeye başladı. Ertesi günü başına ne gelecek ve ne gibi olaylarla karşılaşacaksa, hepsini açıkça rüyasında görüyor ve ertesi gün her şey noktasına, virgülüne kadar aynen meydana geliyordu. Bu hal altı ay kadar devam etti, sonra kendisine yalnızlık sevdirildi.
Ruhsal açıdan peygamberliğe geçiş dönemini yaşayan, bu nedenle iradesi elinden alınan ve doğrudan Yüce Allah tarafından yönlendirilen Peygamberimiz (s.a.v.), Mekke'nin dışında yalnız kalmak istiyordu ama bunu eşi Hz. Hadîce'ye nasıl anlatabilirdi ki!
Sıkılarak da olsa içinde bulunduğu durumu biraz açınca, Hz. Hadîce bunu olumlu karşıladı ve eli ile azığını hazırlayıp “Ya Muhammed! Dilediğin yere git ve dilediğin kadar kal. Hiç kuşkum yok, sen Allah'ın özel gözetimi altındasın” dedi.
İlâhi iradeye tam teslim olan Peygamberimiz (s.a.v.), eşi ve çocukları ile vedalaşıp evinden çıktı Nur Dağına doğru yöneldi ve Hıra mağarası ona cennet gibi güzel göründü.
Allah'tan başka her şeyi unutan ve peygamberlere özel “Fena fillah” mâkamında hızla ilerleyen Hz. Muhammed, Allah Allah diye yanıyor ve peygamberliğe geçiş dönemini tamamlıyordu.
Evinden, eşinden, aşından, yavrularından ve tüm madde âleminden kopan ve Allah aşkı ile yanan Hz. Muhammed, peygamberliğe geçiş dönemini tamamlayınca ve kalbi vahyin ağırlığına dayanacak yapıya kavuşunca, Hz. Cebrâil ufukta belirdi ve gür bir sesle “Ya Muhammed!” dedi.
Sonra yaklaştı, iki eli ile kucaklayıp sıktı ve “Oku, ya Muhammed” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) “Ben okuma bilmiyorum” deyince, tekrar tekrar sıktı ve üçüncüde,
“Yaratan Rabbi'nin adı ile oku” diye başlayan Alâk sûresinin ilk beş âyetini vahyetti.
Hz. Muhammed'e 40 yaşında ilk vahiy geldi ve peygamberlik dönemi başladı. Ancak Allah'ın emirlerini tebliğ etme ve insanları İslâm'a davet etme görevi bir kaç yıl daha ertelendi.
Hz. Muhammed önceki peygamberler gibi sadece küçük bir topluma değil, yeryüzündeki bütün insanlara gönderilen son peygamber olduğundan, görevi gerçekten çok güçtü. Çünkü öncelikle görevine sıfırdan hem de Mekke müşrikleri gibi katı yürekli ve sert yapılı insanlardan başlayacak,
Arabistan çöllerini aç ve susuz deve üzerinde kabile kabile dolaşacak, sonra o dönemin süper gücü olan Bizans'a yönelecek ve Tebuk'a kadar deve üzerinde gidecekti.
Peygamberlik görevi süresince bir tek gece sabaha kadar yatıp uyumadan, üç gün peşi peşine kuru arpa ile karnını doyurmadan Allah yolunda cihad etmek ve her çeşit baskı ve zorbalıklar karşısında yılmadan sabırla göreve devam etmek, nebiy mâkamındaki peygamberlerin bile sabır ve tahammül sınırını aşacağından,
Hz. Muhammed'in Nebîlik'ten, Ulü'l-azm ve Hâtem-ül-enbiya mâkamlarına yükselinceye kadar seyr-i sülûküne (mânevî yolculuk) devam etmesi gerektiğinden, tebliğ görevi bir kaç yıl ertelendi.
Tebliğ görevinin başlaması
Hz. Muhammed bir gün Nur Dağında tefekküre dalmış ve kendinden geçmişti. Aniden çok şiddetli bir ses duyunca ürperdi, titremeye başladı ve evine gidip eşine,“Dessirûnî, dessirûnî” (beni örtün, beni örtün) dedi. İşte o anda Hz. Cebrâil geldi ve aşağıdaki âyetleri getirdi.
“Ey örtüye bürünen! (yatan!)
Kalk ve (insanları azabım ile) uyar.
Rabbini büyükle (Allahu Ekber de).
Elbiseni tertemiz tut (necasetten koru).
(günah olan her çeşit) Kötü şeylerden uzaklaş.
İyiliği (karşılığında) daha fazlasını bekleyerek yapma!
Rabbin için (baskılara) sabret”. (Müddessir, 1-7)
Hz. Cebrâil “Ey örtüye bürünen, kalk ve uyar” âyetlerini okuyunca, Peygamberimiz (s.a.v.) derhal ayağa kalktı ve “Rabbini büyükle” âyetini okuyunca da “Allahu Ekber” diye tekbir aldı.
Peygamberimiz (s.a.v.) in yanında vefakâr eşi Hz. Hadîce vardı. Hz. Hadîce gerçi Hz. Cebrâil'i görmemiş ve okunan âyetleri duymamıştı ama bir şeyler sezmiş ve çok duygulanmıştı. Bu nedenle Peygamberimiz (s.a.v.) ayağa kalkınca, o da kalktı ve birlikte tekbir getirdi.
Hz. Cebrâil gidince Peygamberimiz (s.a.v.) kendini izlemekte olan eşine: “Ey Hadîce! Rabbim bana tebliğ görevime başlamamı emretti. Ben de öncelikle senden başlıyorum. Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah'ın kulu ve Resûlü olduğuma inanarak kelime-i şehadet getir de ilk müslüman sen ol” dedi.
Yıllarca bu mutlu anı bekleyen Hz. Hadîce, cân-ı gönülden kelime-i şehadeti getirip müslüman oldu, abdest alıp Peygamberimiz (s.a.v.) ile birlikte iki rek'at namaz kıldı ve rüyası gerçek oldu.
Hz. Hadîce'den sonra hür erkeklerden Hz. Ebû Bekir, azatlı kölelerden Hz. Zeyd ve çocuklardan Hz. Ali de müslüman olunca, Peygamberimiz (s.a.v.) in dört tane sahâbesi oldu.
Câhiliye döneminde de putlara karşı olan Hz. Ebû Bekir, huzuru İslâm'da bulunca ve her açıdan tatmin olunca, bu mutluluğunu arkadaşları ile paylaşmak istedi ve en yakın arkadaşlarından beşini İslâm'a davet edip Peygamberimiz (s.a.v.) in yanına getirdi.
Hz. Ebû Bekir'in yakın arkadaşı olan Osman bin Affan, Abdurrahman bin Avf, Zübeyr bin Avam, Sa'd bin Ebî Vakkas ve Talha bin Ubeydullah, Peygamberimiz (s.a.v.) in sohbetini dinleyince, derhal kelime-i şehadet getirip müslüman oldular ve abdest alıp cemaatle iki rek'at namaz kıldılar.
Ebû Ubeyde, Ebû Seleme, Habbab, Sa'd bin Zeyd, eşi Fâtıma, Erkam bin Erkam, Osman bin Maz'ûn, Kudâme, Ubeyde bin Hâris, Abdullah bin Mes'ûd, Bilâl-i Habeşî, Suheyb-i Rûmî, Yâsir, eşi Sümeyye ve oğlu Ammar da İslâm'ı ilk kabul eden mutlu sahâbelerdir.
Peygamberimiz (s.a.v.) tebliğ görevini gizlice yapıyor ve gönlü îmana yatkın olanları İslâm'a davet ediyordu. Ancak, Yüce Allah “Sana emrolunanı (tebliğ görevini) açıkça yap” (Hicr, 94) buyurunca, Peygamberimiz (s.a.v.) insanları açıkça İslâm'a davet etmeye başladı ve müslümanlar için zorlu günler başladı.
Baskı, zulüm ve işkence dönemi
Yüce Allah buyuruyor:
Onlar ki, hicret ettiler, (hicret etme zorunluluğunda kaldılar) yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda işkence gördüler, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun ki onların günahlarını örteceğim (bağışlayacağım) ve onları alt tarafından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. (Âl-i İmrân, 195)
Başta Peygamberimiz (s.a.v.) olmak üzere Mekke dönemini yaşayan sahâbeler, hicret ettiler, öz yurtlarından çıkarıldılar, Allah yolunda her çeşit baskı, zulüm, aşağılama, hakaret ve işkencelere sabrettiler ve gereğinde din uğrunda çarpıştılar ve öldürüldüler. Kuşkusuz Allah onların mükâfatını kat kat verecek ve onları o güzelim cennetinde ebedî konuk edecek.
Allah yolunda işkence görenler
Evrensel hukuk kurallarına göre “suçsuz ceza olmaz” diye bir kural vardır ama ne yazık ki bu kural işkenceciler için geçerli değildir. Aşağıda, sadece “Allah bir” dedikleri için işkence gören bazı sahâbelerden örnekler verelim ve Allah işkencecilerin cezasını versin diyelim!
Hz. Yâsir ile eşi Hz. Sümeyye
İlk müslümanlardan olan Hz. Yâsir ile eşi Hz. Sümeyye, Ebu Cehil'in amcası Ebû Huzeyfe'nin azatlı kölesi idiler. Ebû Cehil ile amcası bunların müslüman olduğunu öğrenince çılgına döndüler ve dinden dönmeleri için baskı yapmaya başladılar. Baskı sonuç vermeyince Hz. Yâsir ile eşi Hz. Sümeyye'yi ve oğulları Hz. Ammar'ı Mekke'nin dışında çöle götürüp işkence yapmaya başladılar.
Bazı sahâbelerine işkence yapıldığını öğrenen Peygamberimiz (s.a.v.), içi yanarak yanlarına gitti ve “Sabredin, ey Yâsir ailesi! Size vaadedilen cennettir” diye onları şehitlik ve cennetle müjdeledi.
Müşrikler günlerce aç ve susuz bıraktıkları Hz. Yâsir ile Hz. Sümeyye'yi hakaret edip dövüyor, çırılçıplak soyup kızgın kumlara gömüyor ve üstlerine ağır taşları koyup işkence yapıyorlardı.
Îmanın tadını ve cennetin kokusunu alan Hz. Yâsir ile Hz. Sümeyye, işkencelere sabrediyor ve sadece “Allah bir, Allah bir” diyorlardı. Onların Allah bir demesine tahammül edemeyen müşrikler, Hz. Yâsir'in iki ayağını iki deveye bağladılar ve develeri ters yönde çekmeye başladılar. Hz. Yâsir can acısıyla kıvrana kıvrana ve Allah Allah diyerek şehit oldu ve ruhu cennete uçup gitti.
Hz. Yâsir'in ardından eşi Hz. Sümeyye de Ebu cehil tarafından hançerle şehit edildi ve onun ruhu da eşi ile birikte cennete uçup gitti. Allah ikisinden de razı olsun ve cennet onlara helâl olsun!..
Hz. Bilâl-ı Habeşî
İlk müslümanlardan olan Hz. Bilâl, Ümeyye bin Halef'in kölesi idi. Ümeyy, kölesinin müslüman olduğunu öğrenince çılgına döndü ve dinden dönmesi için baskı yapmaya başladı.
Hz. Bilâl baskılara boyun eğmeyince, Ümeyy ve arkadaşları onu Mekke'nin dışına götürüp kızgın kumlara gömdüler ve günlerce işkence yaptılar. Hz. Bilâl sadece “Allah bir, Allah bir” diyor, müşrikler de üstüne ağır taşlar koyup zavallı Bilâl-ı Habeşî'yi kumların üstünde sürüklüyorlardı.
İşkenceye doymayan müşrikler, bitkin bir halde olan Hz. Bilâl'in boynuna bir ip bağlayıp onu yaramaz çocukların eline teslim ettiler. Çocuklar Hz. Bilâl'i Mekke'nin sokaklarında koştururken, insanlığını yitiren büyükler de gülüp seyrediyordu.
Günlerce aç, susuz kalan ve ağır işkenceler gören Hz. Bilâl, bu koşuya dayanamayıp yere düştü ve ayağa kalkamadı. Çocuklar ipini çekerken o sadece, “Allah bir, Allah bir” diyor, kanlar içinde ve yarı baygın bir halde yerde yatıyordu.
O anda oradan geçmekte olan Hz. Ebû Bekir, zavallı Bilâl'i kanlar içinde ve yarı baygın bir halde yerde yatarken görünce içi yandı ve Ümeyye bin Halef'e, “bu köleyi bana satar mısın?” dedi. Ümeyy: “Satarım ama kölemin yerine bir köle, üstelik de on altın daha isterim” dedi.
Hz. Ebû Bekir bir müşrik köle ile on altını verip Hz. Bilâl'ı aldı, elinden tutup kaldırdı, doğruca Peygamberimiz (s.a.v.) in yanına getirdi ve “ya Resûlallah! Bilâl'ı Allah rızası için azad ettim” dedi.
Hz. Suheyb-i Rûmî
İlk müslümanlardan olan Hz. Suheyb, Allah yolunda işkence çeken sahâbelerden biridir. Küçük yaşta annesinin yanında rumlar tarafından kaçırılan, sonra Benî Kelb kabilesine köle olarak satılan Hz. Suheyb, Mekke'de kimsesi olmayan gariplerdendi.
Hz. Suheyb'in gizlice müslüman olduğunu öğrenen müşrikler, önce tehdit edip tekme, tokat dövdüler. Sonra büyük bir ateş yakıp kızgın korların üzerine zavallı Suheyb'i sırt üstü yatırdılar.
Sırtı cayır cayır yanan Hz. Suheyb can acısıyla kıvranırken, insanlığını yitiren müşrikler de üstünden bastırıyordu. Zavallı Suheyb bu korkunç işkenceye fazla dayanamadı ve sonunda bayıldı.
Kendine geldiğinde, işkenceci müşriklerin gittiğini ve ateşin söndüğünü gördü. Ancak yanan yerleri şiddetle ağrıyor ve yaralarından kanlı cerahatler akıyordu.
Etrafına bakındı! Elinden tutup ayağa kaldıracak ve yaralarını saracak bir yakını yoktu. Güçlükle ayağa kalktı, Peygamberimiz (s.a.v.) in yanına gitti ve “Bak, ya Resûlallah! Müşrikler bana ne yaptı”. diye sırtını gösterdi. Peygamberimiz (s.a.v.): Sabrediniz, Allah bu dini yeryüzüne egemen kılacak ve sizin intikamınızı alacak” buyurdu.
Peygamberimize hakaret edenlerin sonu
Ebû Cehil
Mekke'deki her işkence olayında ya doğrudan ya da dolaylı olarak mutlaka Ebû Cehil'in payı ve onayı vardı. Bu nedenle müslümanlar ona, bir numaralı Allah düşmanı adını verdiler.
Ebû Cehil müşriklere, “eğer Muhammed'i namaz kılarken görürsem, secdeye gittiği anda başını taşla ezeceğim” diye Lât ve Uzza'ya (putlara) yemin etti. Bir gün Peygamberimiz (s.a.v.) Kâbe'nin yanında namaz kılarken Ebû Cehil onu gördü ve eline büyük bir taş alıp üzerine doğru yürüdü, ancak taşı atamadan geri döndü ve hızla oradan uzaklaştı.
Sebebini soran yandaşlarına, Muhammed ile aramda ateşten kocaman bir hendek ve hendeğin içinde korkunç zebâniler vardı. Bir adım daha atsaydım, zebâniler beni tutup ateşe atacaklardı dedi.
Yine bir gün Peygamberimiz (s.a.v.) Kâbe'nin yanında namaz kılıyordu, Ebû Cehil de yandaşları ile karşısında oturuyordu. Ebû Cehil ve yandaşları sokağa atılan kokuşmuş bir deve işkembesini sürükleyip getirdiler ve Peygamberimiz (s.a.v.) secde ederken sırtına koydular.
Peygamberimiz (s.a.v.) secdeden kalkamıyor, İslâm düşmanları da kahkaha ile gülüşüyorlardı. Peygamberimiz (s.a.v.) in küçük kızı Hz. Fâtıma koşarak geldi, müşriklere “Allah'tan korkun” diye bağırdı ve kocaman deve işkembesini güçlükle çekip babasını kurtardı.
Peygamberimiz (s.a.v.) secdeden kalkınca kahkaha ile gülenlere baktı ve “Allahım! Bunları sana havale ediyorum” dedi. Ebû Cehil denilen mel'un dahil, onların hepsi Bedir'de öldürüldü ve pis bedenleri deve işkembesi gibi ayaklarından sürüklenip bir çukura atıldı.
Ebû Leheb ile oğlu Uteybe
Yüce Allah “En yakın akrabalarını uyar” (Şuarâ, 214) buyurunca, Peygamberimiz (s.a.v.) en yakın akrabalarını Safâ Tepesine davet etti ve onlara:“Ey Hâşimoğulları! Ey Abdimenâfoğulları! Ben size şu dağın arkasında bir düşman ordusu var, size saldırmak üzereler dersem bana inanır mısınız?” dedi.
“Evet inanırız, çünkü sen hiç yalan söylemedin” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.):
“İyi bilin ki, ben sizi önünüzdeki kıyâmet gününün azabından uyarmak için görevliyim. (Kelime-i şehâdet getirip) îman edin ki, kurtuluşa eresiniz” dedi.
Akrabalarından amcası Ebû Leheb: “Sen bizi bunun için mi davet ettin?” diye hakaret etmeye ve çirkin sözler söylemeye başladı ve eline bir taş alıp Peygamberimize (s.a.v.) atmak istedi. Bu olay üzerine, “Ebû Leheb'in iki eli kurusun!” diye başlayan “Tebbet Sûresi” geldi.
Peygamberimiz (s.a.v.) in kızlarından Rukayye, Ebû Leheb'in oğullarından Utbe'ye ve Ümmü Gülsüm de Uteybe'ye nikâhlanmış, henüz evlenmemişlerdi. Ebû Leheb Utbe ile Uteybe'ye, “gidin Muhammed'in kızlarını boşayın” diye emir verince,
Utbe ile Uteybe Peygamberimiz (s.a.v.) in yanına geldiler ve biz senin kızlarını boşadık dediler. Ancak Uteybe işi azıtıp Peygamberimiz (s.a.v.) in yakasına yapıştı ve çekip gömleğini parçaladı. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.): “Rabbim! Canavarlarından bir canavarı buna musallat et” diye beddua etti.
Uteybe bu olaydan sonra ticaret kervanı ile Şam'a giderken, Zerka denilen yerde ona bir aslan saldırdı ve devesinden aşağı indirip paramparça etti.
Müşrikler Bedir'de yenilgiye uğrayınca, Ebû Leheb de kahrından adese denilen bulaşıcı çiçek hastalığına yakalandı. Mekkeliler adeseden korktukları için hiç kimse yanına yaklaşamadı ve ölünce cenazesi ortada kaldı.
Ancak cenazesi kokuşmaya başlayınca, götürüp bir çukura attılar.
Ukbe bin Ebî Muayt ve Übey bin Halef
Ukbe, ticaret için ara sıra Şam'a gider ve dönüşünde dostlarını davet edip evinde bir ziyafet verirdi. Bir Şam dönüşü en yakın komşusu olan Hz. Muhammed'i de davet etti, sofralar kuruldu ve konuklarına buyurun dedi. Peygamberimiz (s.a.v.): “Eğer Kelime-i şehâdet getirmezsen, ben senin yemeğini yemem” dedi. Ukbe, bir tatsızlık olmasın diye Kelime-i şehâdeti getirdi ve Peygamberimiz (s.a.v.) de onun yemeğini yedi.
Ukbe ile Übey çok samimi dostlardı. Ukbe'nin Kelime-i şehâdet getirdiğini duyan Übey çok kızdı ve Ukbe'ye, “eğer Muhammed'in yüzüne tükürmezsen seninle konuşmam” dedi.
Übey'in hatırı için Hz. Muhammed'in yüzüne tükürmeye karar veren Ukbe, Peygamberimizi (s.a.v.) namaz kılarken görünce bu alçaklığı yaptı ve mübarek yüzüne tükürdü. Ancak o anda ters yönden bir rüzgar esti ve Ukbe'nin tükürüğünü kendi yüzüne çevirdi.
Tükrük, havadaki gazlarla temas edince zehirli kimyasal maddeye dönüştü ve Ukbe'nin yüzünü yakıp derin yaralar açtı. Ukbe elinden gelen her şeyi yaptığı halde yarası ve sancısı geçmedi ve sonuçta Bedir'de Hz. Ali tarafından başı kesilip pis suratı bir çukura atıldı.
Übey bin Halef'e gelince!
Übey'in bir atı vardı ve Peygamberimizi (s.a.v.) gördükçe, “Ben bu atı, bunun üzerinde iken seni öldürmek için besliyorum” derdi. Peygamberimiz (s.a.v.) de, “onun üzerinde iken inşâAllah ben seni öldüreceğim” derdi.
Uhud Savaşının en kritik bir ânında, Übey o atın üzerinde olduğu halde, “ya o, ya ben” diye Peygamberimize doğru geliyordu. Peygamberimiz (s.a.v.) sahâbelerine, onu bana bırakın dedi ve bir hançer atıp onu atından düşürdü. Atından düşerken boyun kemiği kırılan ve yaralanan Übey, savaştan sonra Mekke'ye dönerken öküzler gibi bağıra bağıra yolda öldü ve bir çukura gömüldü.
Peki, zulüm, baskı ve işkence devam edecek mi?
Yüce Allah buyuruyor:
(Kâfirler) Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Ancak kâfirler hoşlanmasa (istemese) de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır. (Tevbe, 32)
Ebû Cehil, Ebû Leheb, Übey bin Halef, Ümeyye bin Halef, Utbe, Şeybe, Ebû Muayt ve Velid bin Mugîre gibi kâfirler istemese de hakaret, tehdit, zulüm, baskı ve işkencelerle engellemeye çalışsalar da, Allah nurunu (dini) tamamlayacak ve İslâm yeryüzüne egemen olacaktı!..
Bu bir hayal, kurgu ya da temennî değil gerçektir. Çünkü sonsuz ve sınırsız kudret sahibi olan Allah'ın vaadi mutlaka gerçekleşecektir. Nitekim Mekke'ye egemen olan güçlerin tüm baskılarına rağmen, İslâm Mekke'nin dışında hızla yayılıyor ve müslümanların sayısı her gün artıyordu.
Peygamberimiz (s.a.v.) nübüvvetin 11. yılı hac mevsiminde Akabe yakınlarında Medineli altı kişi ile karşılaştı ve onlara, “Lütfen oturun, biraz sohbet edelim” dedi. Onlar da kabul edip oturdular.
Peygamberimiz (s.a.v.) Kur'an'dan bazı âyetler okudu, kısa bir sohbet yaptı, kendisinin son peygamber olduğunu haber verdi ve onları İslâm'a davet etti.
Sohbetten çok etkilenen Medineliler, birbirlerine bakıştılar, aralarında gizlice konuştular, sonra Peygamberimiz (s.a.v.) ile birlikte Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldular.
Hacdan sonra yurtlarına dönen bu altı kişinin (sahâbelerin) çalışmaları ile Medine'de İslâm yavaş yavaş yayılmaya ve müslümanların sayısı artmaya başladı.
Ertesi yıl on iki kişilik grup halinde geldiler ve Medinelilere Kur'an'ı öğretecek bir yetkili istediler.
Peygamberimiz (s.a.v.) Mus'ab bin Umeyr'i görevlendirdi ve onlarla birlikte Medine'ye gönderdi.
Ertesi yani nübüvvetin 13. yılında ikisi kadın olmak üzere 75 kişilik grup halinde geldiler ve Peygamberimizi (s.a.v.) Medine'ye davet ettiler.
Medine'ye hicret
Peygamberimiz (s.a.v.) Medine'ye önce sahâbelerini gönderdi ve ardından Hz. Ebû Bekir ile birlikte kendisi gitti.
Âlemlere rahmet olan Peygamberimiz (s.a.v.) in 53 yıllık Mekke hayatı, yetimlik, gözyaşları, yoksulluk ve din düşmanlarının zulüm ve baskısı altında geçmiş ve rahat bir gün görmemişti.
Hicret olayı ile zulüm, baskı ve işkence dönemi kapandı ve Medine'de yeni bir dönem başladı. Artık Müslümanlar hürdü ve dinlerini özgürce yaşıyordu. Çünkü ilk İslâm Devleti kuruldu, ilâhi kanunlar yürürlüğe kondu ve devletin anayasası Kur'an oldu.
Hz. Bilâl günde beş defa mescidin yanındaki en yüksek bir yere çıkıyor, sesinin çıktığı kadar bağırıyor ve “Allahu Ekber, Allahu Ekber” diye müslümanları namaza davet ediyordu.
Ne yazık ki Mekke müşrikleri yine boş durmuyor ve Medine'ye saldırıyorlardı. Bu nedenle Peygamberimiz (s.a.v.) beş yıl içinde, üç büyük meydan savaşını yaşama zorunluluğunda kaldı.
Ancak!
Allah'ın takdir ettiği vakit gelmişti ve zaman İslâm'a çalışıyordu. Hicretin altıncı yılında yapılan Hudeybiye Antlaşması ile müslümanların önü açıldı ve İslâm çevre kabileler arasında hızla yayılmaya başladı. Hayber'in fethi ile fetihler dönemi başladı ve Arap Yarımadasının kalbi olan Mekke'nin fethi ile İslâm Devleti, dünya devleti oldu.
Sonsuz şükürler olsun O Yüce Allah'a ki!
Mekke'de sahâbelerine yapılan işkenceleri gören ve gözü dolup içi yanan sevgili Peygamber efendimiz (s.a.v.), Mekke'nin fethini, işkenceci müşriklerin Kâbe'nin çevresinde başlarını öne eğip haklarında verilecek kararı beklediklerini ve sonra Mekkelilerin Safâ Tepesi yanında gruplar halinde müslüman olduklarını da gördü.
Hicretin 9. yılında Peygamberimiz (s.a.v.) 30.000 kişilik bir ordu ile Bizans İmparatorluğuna meydan okuyarak Tebuk'a kadar gitti ve İslâm'ın, dünya devleti olduğunu dosta düşmana gösterdi.
Arafat'da veda
Hicretin 10. yılında 124.000 sahâbenin katılımı ile yapılan Veda Haccında İslâm güneşi zirveye ulaştı ve Peygamberimiz (s.a.v.) sıfırdan başlayıp 124.000 kişiye ulaşan sahâbelerine Arafat'da veda içeren bir konuşma yaptı.
Peygamberimiz (s.a.v.) “Vedâ hutbesi” denilen Arafat'taki konuşmasının satır aralarında önemli mesajlar verdi ve özellikle “Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki de bu yıldan sonra burada (Arafat'da) artık sizinle bir araya gelemeyeceğim” diye vefatının çok yaklaştığının sinyallerini verdi.
Sahâbeler en coşkulu ve en feyizli günlerini Peygamberimiz (s.a.v.) ile birlikte yaptıkları Veda Haccında yaşadılar ve nefeslerini keserek tarihî Vedâ hutbesini dinlediler.
Akşam üzeri Hz. Cebrâil, “Bugün dininizi tamamladım” âyetini getirince coşku doruğa çıktı ve bir bayram sevinci yaşandı ama Hz. Ebû Bekir ağlıyordu!
Nedenini soran Peygamberimize: “Ya Resûlallah! Din tamamlandığına göre, senin görevinin de tamamlanmış olmasından ve aramızdan ayrılmandan korkuyorum” dedi ve bütün sahâbeleri ağlattı.
Peygamberimiz (s.a.v.) in vefatı
Hz. Ebû Bekir ictihadında yanılmamıştı. Peygamberimiz (s.a.v.) hac dönüşü Safer ayının sonuna doğru rahatsızlandı ve baş ağrısı ile başlayan hastalığı sonra yüksek ateşe dönüştü.
Namaz vakitlerinde mescide gelip sahâbeleri ile birlikte namazı cemaatle kılıyordu ama sohbet yapmadan evine gidiyor ve istirahat ediyordu.
Zorlu günlerin erleri olan ve Mekke'de müşriklerin işkencelerine sabreden vefakâr sahâbeleri şaşkına dönmüş, yemeden içmeden kesilmiş ve uykuları kaçmıştı. Ne yapmalı idiler? Ya da ne yapabilirlerdi ki!
Oturup ağlamaktan, yürekleri yanmaktan ve şaşkın şaşkın dolaşmaktan başka ellerinden hiçbir şey gelmiyordu ki!
Vefakâr sahâbelerinin hastalığına çok üzüldüğünü öğrenen Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Ali ile Hz. Fadl'ın koluna girip mescide geldi, minberin ilk basamağına oturdu ve sahâbelerine: “Benim için çok üzüldüğünüzü öğrendim. Benden önce hangi peygamber ümmeti ile ebedî kaldı ki, ben de sizinle ebedî kalayım” dedi. Sonra bazı öğütler verdi, helallâştı ve evine gidip yatağına uzandı.
Hz. Bilâl sabah ezanını erkence okurdu. Namaz vakti gelince Peygamberimiz (s.a.v.) in evine gider, “Essalâh ya Resûlallah!” diye kapıda bekler ve birlikte mescide gelirlerdi.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) in vefatına üç gün kalmıştı. Peygamber aşkıyla yanan ve o gün sabah ezanını çok duygulu okuyan Hz. Bilâl, “Essalâh ya Resûlallah, Essalâh ya Resûlallah” diye peygamber kapısında bekliyordu.
Peygamberimiz (s.a.v.) çok rahatsızdı ve mescide gidecek kadar gücü yoktu. Bu nedenle Hz. Âişe'ye; “Bilâl'a söyle, Ebû Bekir imam olsun ve namazlarını kılsınlar” dedi.
Mekke müşriklerinin işkencelerine sabreden Hz. Bilâl, şimdi yıkılmıştı. İçi yandı, gözleri doldu, bir şey konuşamadı ve güçlükle mescide gitti.
Mescidde Peygamberimizi (s.a.v.) bekleyen gözler, Bilâl'ı yalnız ve bitkin bir halde görünce bir şeyler sezdiler ve şaşkın şaşkın Hz. Bilâl'a bakmaya başladılar.
Hz. Bilâl doğruca Hz. Ebû Bekir'in yanına gitti, tek kelime konuşamadı. Ancak el işareti ile mihraba geçip namaz kıldırmasını anlatabildi.
Sahâbelerin hepsinin gözleri dolmuş, hepsi için için ağlıyordu. Hz. Ebû Bekir güçlükle mihraba geçti ve “Allahu Ekber” diye tekbir aldı ama ağlamaktan okuyamıyordu.
12 Rebîülevvel Pazartesi sabahı Peygamberimiz (s.a.v) yavaş yavaş mescide geldi ve Hz. Ebu Bekir'e uyup oturduğu yerde son namazını kıldı. Sonra evine gitti ve ölüm yatağına uzandı.
İnsanlığın ortak kaderi olan ölümün belirtileri başlamış, mübarek yüzü nur gibi sararmış ve alnından inci taneleri gibi terler çıkmaya başlamıştı.
Hz. Âişe, Peygamberimiz (s.a.v.) in başını göğsüne dayamış hem kendi gözyaşlarını hem de Peygamberimiz (s.a.v.) in terlerini siliyordu.
Evde, Hz. Âişe, Hz. Fâtıma, Ezvâc-ı tâhirat ve Ümmü Eymen, dışarıda sahâbeler ve gökte melekler ağlıyordu. Çünkü Allah'ın son peygamberi bu dünyadan göçüp gidiyordu.
Son defa Hz. Cebrâil geldi ve Hz. Azrâil'in de gelmekte olduğunu bildirdi. Ölüm meleği Azrâil hayatının en güç görevini yaptı ve Peygamberimiz (s.a.v.) in mübârek, mutahhar, mukaddes ruhu şerifini alıp Mele-i âlâ'ya yükseldi.
Peygamberimiz (s.a.v.) in evinden gelen ağlama seslerine dışarıdaki sahâbelerin ağlamaları da karşınca, Medine bir anda mahşer yerine döndü ve insanlar sokaklara döküldü.
Nefsî nefsî olmuştu. Anne kızını ve baba oğlunu görmüyordu. Çoluk, çocuk, kadın, erkek, genç, yaşlı herkes ağlıyor ve hepsinin içi yanıyordu.
Hz. Osman'ın dili tutulmuş, konuşamıyordu. Hz. Ali bir duvarın dibine çökmüş ve başını iki elinin arasına almış ağlıyordu. Şuurunu kaybeden Hz. Ömer kılıcını çekmiş, sağa sola koşuyor ve
“Hz. Muhammed öldü diyenin başını keserim” diyordu.
Medine karışmış ve ortam gerilmişti. Hiç kimse ne yapacağını bilmiyordu. Acı haberi alan Hz. Ebu Bekir de ağlayarak geldi ve doğruca kızı Hz. Âişe'nin evine gitti.
Peygamberimizin üzerindeki örtüyü kaldırıp alnından öptü ve “Canım, anam, babam sana feda olsun” diye ağlamaya başladı. Hür erkeklerden ilk îman eden kendisiydi ama Peygamberimize doyamamıştı, şimdi de ağlamaya doyamıyordu.
Ancak bir şeyler yapması lâzımdı. Dışarıda kargaşa vardı ve insanlar ne yapacağını bilmiyordu. Gözyaşını silip mescide gitti ve etrafına toplananlara; “İyi bilin ki, Hz. Muhammed ölmüştür. Ancak onun Rabbi olan Allah Hayy'dır” dedi ve “Muhammed ancak Allah'ın resûlüdür” âyetini okudu.
Hz. Ömer bu âyeti ilk defa duyuyormuş gibi dinledi, Peygamberimiz (s.a.v.) in öldüğüne inandı ve kendinden geçip bulunduğu yere yığılıp kaldı.
Hz. Muhammed'in ölüm haberi dalga dalga bütün İslâm âlemine yayıldı, müslümanlar günlerce yandı, ağladı ve sahâbeler canlarından çok sevdikleri Peygamberimizi (s.a.v.) gözyaşları ile kara toprağa koydu!..
Ey bâd-ı saba! Uğrarsa yolun semt-i Haremeyne,
Ta'zîmimi arz eyle, Resûlü's-sekaleyne.
Şâhidim arz-u semâ'dır, bütün ecrâmîle,
Âşıkım, sıdk ile ben, Hazret-i şâh-ı Resûle.
Yansa da kalbim bu hasret ile,
Tâkatı yok dilimin, halimi takrîre bile.
Ey bâd-ı saba! Uğrarsa yolun semt-i Haremeyne,
Selâmımı arz eyle Resûlü's-sekaleyne.
Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidina Muhammed'in ve alâ âlihi ve sahbihi ecmeîn.
***
Ahmet Tomor Hocaefendi
HAZRETİ MUHAMMED'E (S.A.V.) PEYGAMBERLİĞİN VERİLİŞİ KONULU SOHBETİMİZ
Comments