Yüce Allah buyuruyor:
Nefsini kötülüklerden arındıran kuşkusuz felâha kavuşmuştur. Nefsinin kötülüklerini (içine) gizleyip örten de mutlaka zarara uğramış (cezasını çekecek) tir. (Şems, 9-10)
Felâh ne demektir?
Dünyada her çeşit sıkıntılardan ve gönül darlığından kurtulup ruhsal huzura kavuşmaya ve âhirette cehennem azabından kurtulup cennete kavuşmaya felâh denir.
İnsanın felâha kavuşması, nefsini kötü huylardan, içini ve dışını günahlardan arındırmasına yani nefsini emmârelikten kurtarıp en azından levvâmeliğe çıkarmasına bağlıdır. Bunun dışında başka bir alternatif yoktur. Bunu başarabilmek için de öncelikle nefsimizi yani kendimizi bilelim ve bu yolda gerçekten azimli, sabırlı ve kararlı olalım.
Madde ve madde ötesi âlemlerin odak noktası ve canlı varlıkların en üstünü olan insanda; hayat-ı tabii, hayat-ı nebâtî, hayat-ı hayvânî ve hayat-ı rûhânî olmak üzere dört farklı hayat vardır.
Hayat-ı tabii: Doğal hayat demektir ve bu hayatın en alt derecesidir. Bitki, hayvan ve insan gibi tüm canlı varlıkların hücrelerinde, taze tarım ürünlerinde, tohumlarda ve yumurtalarda doğal hayat vardır. Takdir olunan doğal hayatı tükenen hücreler ölür, tarım ürünleri çürür ve yumurtalar bozulur.
Hayat-ı nebâtî: Bitkisel hayat demektir ve bu doğal hayatın bir üst derecesidir. Bu hayata sahip olan bitki, hayvan ve insan türü varlıklar, bitkisel hayatları ile havayı solur, yediği, içtiği gıdaları sindirip hücreye dönüştürür ve gelişip büyürler. Takdir olunan bitkisel hayatı tükenen varlıkların tüm sistemleri durur, bitkiler kurur, hayvanlar ve insanlar ölüp aslına (toprağa) dönüşür.
Hayat-ı hayvânî: Hayvansal hayat demektir ve bu bitkisel hayatın bir üst derecesidir. Hayvansal hayat bitkilerde olmaz ve bu nedenle onlar zevk ve acı duymaz. Mikroplardan fillere ve kuşlardan balinalara kadar her çeşit hayvanda ve insanlarda hayvansal hayat vardır. Hayvansal hayata sahip olan varlıklar, şehvet ve öfke gibi nefsânî duygularının etkisi ile isteğe bağlı olarak hareket ederler. Karınları acıkınca gıdalarını arayıp bulurlar, yediklerinin tadını alırlar, eşleri ile çiftleşip ürerler, yavrularını gözetirler, düşmanları ile boğuşurlar ve hastalanıp acı çekerler. Takdir olunan hayvansal hayatı tükenen hayvanlar ve insanlar can acısı çekerek ölür ve sonra aslına (toprağa) dönüşürler.
Hayvansal hayata “nefis” ve hayvansal hayatın şehvet, öfke, onur, benlik, kin, kibir, ihtiras, ucub (böbürlenme) ve acelecilik gibi özelliklerine de “nefsânî duygular” denir. İşte ormandaki canavarlar, denizdeki balıklar, havadaki kuşlar, cadde ve sokaklardaki kediler, köpekler, bu nefsânî duygularının etkisiyle birbirine saldırır, boğuşur ve çevrelerinde egemen olmak isterler.
Ne yazık ki, akıllı ve bilinçli varlıklar olan insanlar da aynı duyguların etkisiyle birbirine saldırır, aralarında korkunç savaşlar olur, milyonlarca insan ölür, ülkeler harap olur ve sonuçta savaşı kazananlar da, kaybedenler de ölüp kara toprağa dönüşür.
Hayat-ı rûhânî: Ruhsal hayat demektir ve bu hayat, diğer hayatların çok üstündedir. Ruhsal hayat, yeryüzündeki varlıklar içinde sadece insanlarda vardır ve insanları hayvanlardan ayıran da işte bu ruhsal hayattır.
İnsanın fiziksel açıdan en güzel bir şekilde yaratılması, akıllı, bilinçli varlık olması, yeryüzüne egemen olması, kendi varlığını bilmesi, Rabbine bilinçli ibâdet etmesi ve cennete aday olması gibi tüm güzellikler, sadece ruhsal hayata sahip olduğu içindir.
Ancak!
Bir insanın ruhsal hayata sahip olması, felâha kavuşması için yeterli değildir. Çünkü bedensel açıdan olgunlaşmamız ve dünya âlemindeki yaşam koşullarına uyum sağlayacak bir yapıya kavuşmamız için, ana karnı denilen doğal laboratuvarda yaklaşık dokuz ay çeşitli kimyasal ve fiziksel işlemlerden geçmemiz gerektiği gibi,
Ruhsal açıdan olgunlaşmamız ve cennetler âlemindeki yaşam koşullarına uyum sağlayacak bir yapıya kavuşmamız için de, bu dünya laboratuvarında hayvansal hayatımızın simgesi olan nefsimizle kıyasıya cihad etmemiz ve onu en azından emmâre bataklığından kurtarıp levvâme derecesine çıkarmamız gerekmektedir.
Nefs-i emmâre nedir?
Yüce Allah buyuruyor:
(Yusuf dedi ki:) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü nefis şiddetle kötülüğü emreder; ancak Rabbimin koruması başka! Kuşkusuz Rabbim çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. (Yûsuf, 53)
Kölesi Hz. Yûsuf'a çılgınca âşık olan ve bu yasak aşkından dolayı âdeta cinsellik komasına giren Züleyhâ'nın, yatağa uzanıp gel çağrısına hayır diyebilen Hz. Yûsuf gibi bir Peygamberin, “Ben nefsimi temize çıkaramam” dediği nefs-i emmâre, gerçekten en tehlikeli hayvansal duygumuzdur.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Hiçbir gölgenin olmadığı o günde, Allah yedi sınıfı Arş'ın gölgesinde gölgelendirecektir.
(İşte bunlardan biri,)
Mevki ve servet sahibi güzel bir kadının gayr-i meşrû cinsel dâvetine, ben Allah'tan korkarım diye olumsuz yanıt verenler. (Buhârî-Müslim-Tirmizî-Nesâî)
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Cehennem nefse hoş gelen şeylerle ( eğlencelerle) perdelenmiş, cennette nefsin istemediği şeylerle (sabır, sebat ve ibâdetlerle) perdelenmiştir. (Buhârî-Müslim-Ebû Dâvûd-Nesâî)
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Gerçek pehlivan güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olan (nefsini yenen) dir. (Buhârî-Müslim)
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölümden sonrası için çalışandır. (Tirmizî-İbni Mâce)
Ruh ile sonsuzlaştırılan, akıl ile bilinçlendirilen ve cennetin adayı olan insanın gerçek görevi, hayvansal hayat ile ruhsal hayat arasında bocalamak değil, ruhsal hayattan yana kesin tavrını koyup nefsini emmâre bataklığından kurtarıp levvâme derecesine çıkarmak ve bunu başarıncaya kadar nefsi ile mücadeleye devam etmektir.
Nefs-i levvâme nedir?
Yüce Allah buyuruyor:
(Pişmanlık duyup) kendini çok çok kınayan nefse yemin ederim. (Kıyâme, 2)
Mübâlağa veznindeki levvâme pişmanlık duyma, vicdan azabı çekme, kendini çok çok kınama ve ayıplama demektir. Gönlü uyanan, gerçekleri araştıran ve yapmış olduğu günahlarından dolayı içi yanıp ah diye pişman olan kimsenin, öncelikle “nasuh tevbesi” yapması ve bu kapıdan “levvâme” mâkamına giriş yapması gerekir.
Nasuh tevbesi nedir?
Yüce Allah buyuruyor:
Ey îman edenler! Nasuh tevbesi ile Allah'a tevbe edin. Umulur ki Rabbiniz sizin seyyiât (günah) larınızı örter ve sizi alt tarafından ırmaklar akan cennetlere koyar. (Tahrîm, 8)
Geriye dönüşü olmayan gerçek ve samimi tevbeye nasuh tevbesi denir. Tevbenin nasuh yani gerçek ve samimi olması için öncelikle günahlardan kopmak, yaptıklarına pişman olmak ve ileride artık günah işlememeye kesin kararlı olmak gerekir.
Günahlardan kopmayan, yaptığına pişman olmayan ve ileride artık günah işlememeye kesin kararlı olmayanların, sadece dilleri ile “estağfirullah, estağfirullah” demeleri nasuh tevbesi değildir.
Allah dostlarından birine “Nasuh tevbesi nedir?” diye sormuşlar. “Günahlara karşı kin besleme ve hatırlayınca nefret etmedir” buyurmuş. Bu tanımlamaya göre, günahlarına karşı kin beslemeyen ve yaptıklarını hatırlayınca nefret etmeyenlerin tevbesi nasuh tevbesi değildir.
Tevbenin gerekçesi
Dev dalgalara yakalanan ve batma tehlikesi geçiren gemideki yolculara, “can yeleklerini giyin” diye uyarı yapıldığı gibi Yüce Rabbimiz de sınavlarda başarılı olamayan ve nefs-i emmâre engelini aşamayıp günah bataklıklarında boğulma tehlikesi geçiren kullarına, “Ey îman edenler! Nasuh tevbesi ile Allah'a tevbe edin” diye uyarıyor ve kesinlik anlamında “Umulur ki Rabbiniz sizin seyyiât (günah) larınızı örter ve sizi alt tarafından ırmaklar akan cennetlere koyar” buyuruyor.
Kökeni şehvet, öfke, onur, benlik, kin ve kıskançlık gibi nefs-i emmârenin duygularına dayanan günahların baskısından, stresten, sıkıntıdan, gönül darlığından ve ruhsal bunalımdan kurtulmak ve âhirette o güzelim cennete kavuşmak için elimizde tek seçeneğimiz var. Allah'ın (c.c.) uzatmış olduğu tevbe ipine sarılalım ve geriye dönüşü olmayan nasuh tevbesini yapalım!..
Tevbeden sonra
Nasuh tevbesi yapıp günahlarından arınan kimse bid'atlardan kaçınıp Allah'ın (c.c.) emirlerine ve Peygamberimiz (s.a.v.) in sünnetlerine sımsıkı sarılsa, ayrıca her zaman ve her yerde Allah'ı (c.c.) zikretse (hatırlasa), gönlü nurlanıp tatmin olur, îmanın tadını alır ve gerçek kimliğine kavuşur.
Yüce Allah buyuruyor:
İyi bilin ki, gönüller ancak Allah'ın zikri ile tatmin olur. (Ra'd, 28)
Gönüllerin mânevî gıdası zikirdir. Susuz kalan çiçekler sararıp solduğu ve sonuçta öldüğü gibi mânevî gıdadan yoksun kalan gönüller de sararıp solar yani daralır, sıkılır ve sonuçta ölür. Gönlün ölümü, dinde duyarsızlık, gaflet ve ruhsal bunalım demektir.
Allah'ı unutup gaflet bataklığına batanlar, her çeşit günahları açıkça işleyenler ve sonuçta ruhsal bunalıma girenler, kendi geleceklerini kararttıkları gibi toplumsal denge-düzeni de bozar ve her çeşit ahlâksızlığın yaygınlaşmasına neden olurlar.
Gönül darlığından, ruhsal bunalımdan ve nefs-i emmârenin kötü huylarından kurtulup nefs-i levvâme derecesine çıkmak için, ilâhî emirleri uygulayalım, yasaklarından kaçınalım, her zaman ve her yerde, Allah Allah ya da Lâ ilâhe illallah diye zikir edelim ve gâfillerden olmayalım.
Eğer geri adım atmadan, nefis, şeytan ve arkadaş engeline takılmadan yolumuza devam edersek, gafletten kurtulup îmanın tadını alır, ruhsal huzura ve gerçek kimliğimize kavuşuruz. İşte o zaman dünyamız değişir, güzel rüyalar görmeye ve gönlümüze ilhamlar gelmeye başlar.
Nefs-i emmârenin şehvet, öfke, onur, benlik, kıskançlık ve dünya sevgisi gibi kötü huylarından bir bir arındıkça, günahlardan tiksinip nefret etmeye ve ibâdetlerin tadını almaya başlarız.
Bıkkınlık getirmeden sabırla yolumuza devam etsek, gördüğümüz güzel rüyalara ve küçük kerâmetlere takılıp kalmasak ve dînî yaşantımızdan asla tâviz vermesek, gönlümüz uyanmaya, ufkumuz açılmaya ve nefs-i levvâmeyi de aşıp daha üst derecelere yükselmeye başlarız.
***
Ahmet Tomor Hocaefendi
NEFSİN MERTEBELERİ KONULU SOHBETİMİZ
Комментарии