Yüce Allah buyuruyor:
Kuşkusuz Allah, Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmrân ailesini birbirinden gelme bir nesil olarak âlemler üzerine seçkin kıldı (soylarından peygamberler gönderdi). Allah her şeyi işiten ve her şeyi bilendir. (Âl-i İmrân, 33-34)
Peygamber, Farsça sözlükte haber verici demektir. Arapça aslı ise nebî ve resuldür. Nebî, ilâhî emirleri tebliğ eden, resul ise Yüce Allah tarafından insanlara gönderilen mânevî elçi demektir.
Îmanın temel ilkelerinden biri de peygamberlere îmandır. İlk peygamber Hz. Âdem ve son peygamber Hz Muhammed'dir. Bu ikisinin arasında sayılarını ancak Allah'ın (c.c.) bildiği pek çok peygamberler gelip geçmiş ve her topluma mutlaka bir peygamber gelmiştir.
Peygamberler, gerçekte aynı soydan gelen ve ruhlar âleminde ilâhî seçimle belirlenen mânevî liderler oldukları için aralarında hiçbir ayrım yapmadan hepsine inanmak farz, içlerinden birini ya da bazılarını inkâr etmek ise küfür yani dinden çıkma nedenidir. Peygamberlerin özellikleri
Yüce Allah buyuruyor:
Hiç kuşkusuz, ben size gönderilen emin (güvenli) bir peygamberim. Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Bu görevime karşılık sizden bir ücret istemiyorum, benim ücretim ancak âlemlerin Rabbine (Allah'a) aittir. (Şuarâ, 107-108-109)
Peygamberlerin hepsi Allah (c.c.) tarafından mûcizelerle kanıtlanan gerçek ve güvenli kişilerdir. Bu nedenle hiç kimseden çekinmeden ve bir beklenti içinde olmadan görevlerini Allah rızası için yapar ve çektikleri çilelerin karşılığını sadece Allah'tan beklerler. Bu ortak temel ilkelerin dışında daha pek çok özellikleri vardır ve onlardan bazıları şunlardır;
Fetânet: Süper zekâ demektir. Her açıdan en akıllı ve en bilinçli insanlar olan peygamberler fizik, kimya, tıp, biyoloji, insan psikolojisi, astronomi ve astrofizik gibi bütün bilim dallarını bilir ve ümmetlerini her açıdan eğitirler.
İsmet: Açık ve gizli her çeşit günahlardan korunmuş demektir. Ruhsal açıdan meleklerden üstün olan peygamberler, irhâsat denilen peygamberlikten önceki dönemlerinde de yüz kızartıcı suçları işlemez ve kesinlikle ilâhî emirlerin dışına çıkamazlar.
Sıdk: Sözde, işte ve özde doğruluk demektir. Peygamberler halkla ilişkilerinde doğru oldukları gibi ilâhî emirleri tebliğ ederken de canları pahasına doğruluktan ayrılmazlar.
Emânet: Her açıdan güvenli demektir. Peygamberler çocukluk ve gençlik dönemlerinde bile, yaşadıkları toplumlarda en emin ve en güvenli kimseler olarak ün yapmışlardır. Örneğin, Mekke müşrikleri peygamberimize (s.a.v.) gençliğinde “Muhammed'ül-emîn” dedikleri gibi.
Adâlet: Peygamberlerin hepsi âdildir. Peygamberlikten önceki dönemlerinde adâleti gözettikleri gibi ilâhî emirleri tebliğ ederken de herkese eşit davranırlar ve yakınları ile düşmanları arasında hiçbir ayrım yapmazlar.
Her topluma peygamber geldi mi?
Yüce Allah buyuruyor:
Andolsun ki biz, “Allah'a kulluk edin ve tâğuttan (putlardan ve putlaştırılan insanlardan) kaçının” diye her topluma (insanları uyarmaları için) bir peygamber gönderdik. (Nahl, 36)
İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem'in yaşadığı dönemdeki dünyanın yapısı ile bugünkü dünyanın yapısı arasında fiziksel açıdan çok büyük farklılıklar vardır. Şöyle ki;
Hz. Âdem cennetten sürgün olarak dünyaya gönderildiğinde, Serendib (Sri Lanka) ya indirildi. Günümüzde Hindistan'ın güneydoğu sahilinden yaklaşık 35 km uzaklıkta ve Hint Okyanusunda büyük bir ada olan Sri Lanka, o dönemde Hindistan topraklarının bir parçası idi.
14 Kasım 1981'de uzaydaki yörüngesinden radar dalgaları ile çekimler yapan Columbia uzay mekiğinin çektiği resimler analiz edilince, bilim adamları şaşkına dönmüştü. Çünkü “kuş uçmaz ve kervan geçmez” denilen aşırı kızgın sahra kumlarının altında, eski dönemlere ait nehir yataklarının bulunduğu tespit edilmişti.
Ertesi yıl Mısır çölünde yapılan bir kazıda, gerçekten bir nehir yatağı ortaya çıkmış ve içinde çok eski dönemlere ait bazı âletler ya da silahlar bulunmuştu.
İlkçağ denilen tarihten önceki o farklı dünyada iletişim, ulaşım ve haberleşmenin çok güç olduğu dönemlerde insanlar küçük topluluklar halinde kabile hayatı yaşıyor ve her toplum sadece kendi kabilesini ve çevresini biliyordu.
İşte o dönemlerde Allah (c.c.) her kabileye içlerinden birini peygamber olarak görevlendiriyor ve o peygamber de sadece kendi kabilesini îmana davet etmekle yükümlü oluyordu.
Yüce Allah buyuruyor:
İşte (havası, suyu, doğası) tertemiz bir memleket ve çok bağışlayan bir Rab! (Sebe, 15)
Çok bağışlayıcı olan Rablerinin emirleri doğrultusunda yaşayanlar ve peygambere tâbi olup her çeşit günahlardan kaçınanlar, eşleri, yavruları, yakınları ve dostları ile birlikte havası, suyu, gıdası ve doğası tertemiz ülkelerinde bolluk, bereket ve refah içinde yaşarken,
Yüce Allah buyuruyor:
İşte onlardan (günahkâr toplumlardan) her birini, günahı sebebiyle cezalandırdık. Bir kısmının üzerine taşları savuran kasırgalar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine batırdık, kimini de suda boğduk. (Ankebût, 40)
Zamanla insanlar çoğaldı, büyük topluluklar oluştu ve güçlü kabile reisleri iktidar oldu. Ancak ne yazık ki bazı toplumlar şükür yerine nankörlük ve Allah'a, peygambere itaat yerine isyan edince, ilâhî gazaba uğrayıp helâk oldular.
“El-cezâ'ü mislü'l-amel” kuralınca, Allah (c.c.) günahkâr toplumları yaptıkları günahları ile orantılı bir şekilde cezalandırdı. Bazı toplumlarda sadece insanları cezalandırırken, Lût Kavmi ve Pompei halkı gibi fuhuş ve cinsel sapıklıkta aşırı giden toplumları, ülkeleri ile birlikte yerin dibine batırdı. İşte o güzelim yemyeşil Afrika kıtası da cehennemî kızgın bir çöle dönüştü.
Dünya coğrafyası fiziksel açıdan binlerce defa değişti. Kıtalar yerinden oynadı, batan ülkelerin yerlerinde büyük göller, denizler ve adalar meydana geldi ve insanlar birbirinden kopuk yaşadı.
1492 yılında Kristof Colomb, dünyanın ikinci büyük kıtası olan Amerika'yı ve 1769 yılında İngiliz kaptan James Cook dünyanın en küçük kıtası olan Avustralya'yı keşfettiği zaman, her iki kıtada da oranın yerli halkı denilen insanlar yaşıyordu.
İşin ilginç yönü, Amerika ve Avustralya'da yaşayanlar dünyada başka kıtaların olduğunu ve o kıtalarda insanların yaşadığını bilmiyordu. Asya, Avrupa ve Afrika'da yaşayanlar da dünyada başka kıtaların olduğunu ve o kıtalarda insanların yaşadığını bilmiyordu.
Peygamberlerin sayısı
Yüce Allah buyuruyor:
(Ya Muhammed!) Andolsun ki, senden önce de (çok) peygamberler gönderdik. Onlardan bir kısmının kıssalarını (anılarını) sana bildirdik ve bir kısmını da bildirmedik. (Mü'min, 78)
İlk peygamber Hz. Âdem aleyhisselâm ve son peygamber Hz. Muhammed aleyhisselâmdır. Bu ikisinin arasında pek çok peygamberler gelip geçmiş ve hepsi tebliğ görevini yerine getirmiştir.
Bazı zayıf hadîs-i şeriflerde, peygamberlerin sayısı 124.000 ya da 224.000 olarak haber verilmiş ve bunlardan 313'ünün resul olduğu bildirilmiştir. Gerçi bu sayı kesin olmamakla birlikte abartı da değildir. Çünkü Allah (c.c.), tarihten önceki dönemler de her topluma peygamberler göndermiştir.
Kur'an'da anıları bildirilen peygamberler
Âdem, İdrîs, Nuh, Hûd, Sâlih, İbrahim, Lût, İsmâil, İshak, Yâkûb, Yûsuf, Eyyub, Şuayb, Mûsa, Hârun, Dâvûd, Süleyman, İlyâs, Elyesâ, Zülkifl, Yûnus, Zekeriyya, Yahyâ, Îsa ve Muhammed'dir. Aleyhimü's-salâtü ve'sselâm (Salât ve selâm onların üzerine olsun).
Üzeyr, Lokman ve Zülkarneyn aleyhimüsselâm'ın anıları da Kur'an'da geçmekle birlikte, bunların peygamber mi ya da veli mi oldukları kesin olarak bilinmemektedir.
Peygamberlerin dereceleri
Yüce Allah buyuruyor:
İşte peygamberlerden bir kısmını, diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile (vasıtasız) konuştu, bir kısmının da derecelerini yükseltti. (Bakara, 253)
Peygamberler Nebî, Resul, Ulül'azm ve Hâtemü'l-enbiyâ olmak üzere dört kısımdır;
Nebî: Kendisine kitab ve yeni bir şeriat (dînî hükümler) verilmeyip, önceki peygamberin kitab ve şeriatına tâbi olan ve onları tebliğ etmekle görevli olanlara “nebî” denir, çoğulu enbiyâdır.
Resül: Önceki peygamberlere tâbi olmayıp, kendisine kitab ya da yeni bir şeriat verilenlere “resül” denir ve çoğulu rüsül'dür.
Ulül'azm: Resüller içinden en seçkin altı peygambere Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Mûsa, Hz. Îsa ve Hz. Muhammed'e “ulül'azm” denir.
Hâtemü'l-enbiyâ: Peygamberlerin son halkası ve en üstünü olan Hz. Muhammed sallâlahü aleyhi ve selleme “hâtemü'l-enbiyâ” denir.
Hâtemü'l-enbiyâ'nın diğer peygamberlerden farkı
Yüce Allah buyuruyor:
Andolsun ki, biz Nûh'u kavmine (peygamber olarak) gönderdik. (Hûd, 25)
Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u (peygamber olarak) gönderdik. (Hûd, 50)
Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i (peygamber olarak) gönderdik. (Hûd, 61)
Diğer peygamberler sadece kendi kavimlerine (toplumlarına) peygamber olarak gönderilirken ve sadece kendi kavimlerinden sorumlu olurken,
Yüce Allah buyuruyor:
(Ya Muhammed!) Biz seni bütün insanlara, ancak (rahmetimi) müjdeleyici ve (azabım ile) uyarıcı (bir peygamber) olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler. (Sebe, 28)
(Ya Muhammed!) Biz seni (bütün) âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik. (Enbiyâ, 107)
Hâtemü'l-enbiyâ yani son peygamber olan Hz. Muhammed, önceki peygamberler gibi sadece bir kabileye (Kureyş'e) değil, kıyâmete kadar gelecek olan bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı bir peygamber olarak gönderildiğinden,
Hz. Muhammed'i peygamber olarak kabul etmeyenler ve ona indirilen Kur'an'ın Allah kelâmı olduğuna inanmayanlar, Allah katında mü'min değildir.
Peygamberlerin cinsiyeti
Yüce Allah buyuruyor:
(Ya Muhammed!) Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını (peygamber olarak) göndermedik. (Enbiyâ, 7)
Allah'ın seçkin kulları olan peygamberler, her türlü koşullarda, hatta zaman geldi diktatörlerin emrindeki eli kanlı cellâtların karşısında ve idam sehpalarının gölgesinde bile hiç kimseden çekinmeden ilâhî emirleri tebliğ ettiler ve Nemrûd, Firavun gibi kanlı diktatörleri îmana davet ettiler.
Bu tür ağır koşullarda ve kelle koltukta tebliğ görevini yapmak her babayiğidin yapacağı bir iş olmadığından, Allah (c.c.) peygamberlik görevini sadece erkeklere verdi.
Ayrıca erkeklerin bulunduğu yerlerde kadınların yüksek sesle konuşmaları, konferans vermeleri, Kur'an okumaları, radyo ve televizyonlarda sohbet yapmaları dînî açıdan sakıncalı olduğundan, Allah (c.c.) hiçbir kavme (topluma) kadınları peygamber olarak göndermedi. Peygamberlerin konuştuğu dil
Yüce Allah buyuruyor:
Biz her peygamberi, (ilâhî emirleri halka) apaçık anlatsın diye, ancak kendi kavminin dili ile gönderdik. (İbrahim, 4)
Türkçenin dışında başka dil bilenler, o dili bilenlerle genel konuları rahatça konuşup anlaşırlar. Ancak uzmanlık alanına giren bilimsel, dinsel ve teknolojik konuları rahatça konuşamaz, ayrıntılara giremez ve görüşlerini tam anlatamazlar. Eğer bazı kelimeleri tam telaffuz edemeyip yarım yamalak konuşurlarsa, gülünç duruma düşer ve dinleyiciler üzerinde etkili olamazlar.
İşte bu nedenle Allah (c.c.), her topluma içlerinden birini ve o dili en iyi bilenleri peygamber olarak göndermiş ve peygamberler de halkın dili ile konuşup insanları îmana davet etmişlerdir. Mûcize
Yüce Allah buyuruyor:
Peygamberler, Allah'ın izni olmadan bir âyet (mûcize) getiremez. (Mü'min, 78)
Hz. Sâlih'in sert kayanın içinden canlı bir deve çıkarması, Hz. İbrahim'i ateşin yakmaması, Hz. Mûsa'nın elindeki âsâ'nın (değneğin) canlı bir yılan olması ve Hz. Muhammed'in milyarlarca ışık yılı uzaklığındaki yerlere kısa bir zamanda gidip gelmesi gibi olağanüstü olaylara mûcize denir.
Ancak hiçbir peygamber kendiliğinden bir mûcize gösteremez ve kendisi de dilediği an mûcize denilen olağanüstü güçten yararlanamaz. Çünkü peygamberler de insandır ve onlar da Allah'ın (c.c.) koymuş olduğu çekim, kimya, fizik ve biyoloji gibi fıtrat kanunlarına uyma zorunluluğundadır.
Peygamberlere itaat
Yüce Allah buyuruyor:
Biz peygamberleri, Allah'ın izni (emri) ile ancak itaat olunmaları için gönderdik. (Nisâ, 64)
Allah (c.c.) peygamberleri, olağanüstü mûcizeler gösterip insanları eğlendirmek için değil, ilâhî emirleri tebliğ edip insanları uyarması için gönderdiğinden, peygamberlere itaat farzdır. Çünkü Allah (c.c.) onları ancak itaat olunmaları için göndermiştir.
Yüce Allah buyuruyor:
Kim peygambere itaat ederse, (gerçekte) Allah'a itaat etmiş olur. (Nisâ, 80)
Devletin güvenlik güçlerine itaat edenler, gerçekte devlete itaat etmiş ve devletin güvenlik güçlerine isyan edenler de, gerçekte devlete isyan etmiş oldukları gibi,
Allah'ın peygamberine itaat edenler de, gerçekte Allah'a itaat etmiş ve Allah'ın peygamberine isyan edenler de, gerçekte Allah'a isyan etmiş ve dolayısıyla günahkâr olmuş olurlar.
Yüce Allah buyuruyor:
(Ya Muhammed!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir. (Âl-i İmrân, 31)
Allah'ı (c.c.) sevenlerin ve günahlarının bağışlanmasını isteyenlerin tek seçeneği vardır. O da Peygamberimize (s.a.v.) uyup izinden gitmek ve bid'atlardan kaçınıp sünnetine sımsıkı sarılmaktır.
Yüce Allah buyuruyor:
Peygamber size ne verdiyse (emrettiyse) onu alın (uygulayın), size neyi yasakladıysa ondan da kaçının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir. (Haşr, 7)
İçgüdü ve hayvanlar
İçgüdü açısından insanlardan çok üstün olan hayvanlar, hiçbir eğitim görmeden ve başkalarının bilgi, görgü ve deneyimlerinden yararlanmadan, kısa zamanda dünyadaki doğal yaşam koşullarına uyum sağlar ve ibâdetlerini de düzenli bir şekilde yaparlar.
Yüce Allah buyuruyor:
Görmez misin? Göklerde ve yerde bulunanlar ve havada saf saf (dizi dizi) uçuşan kuşlar, Allah'ı tesbih eder (sübhânallah der) ve her biri namazını (duasını), tesbihini bilir. (Nûr, 41)
Göçebe kuşları takvim, saat, pusula ve radar gibi cihazları olmadığı ve hava tahmin raporlarını dinlemedikleri halde, içgüdüleri ile göçün zamanlamasını, rüzgârların yönünü ve izleyecekleri rotayı çok iyi bildikleri gibi tüm hayvan türleri içgüdüleri ile görevlerini, doğal yaşam koşullarını ve ibâdetlerinin zamanlamasını bilir ve aksatmadan yerine getirirler.
İnsanlara gelince!
Yüce Allah buyuruyor:
Andolsun ki, Allah'ın Resûlünde sizin için en güzel bir örnek vardır. (Bu) Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı uman (kesin inanan) ve Allah'ı çok zikir edenler içindir. (Ahzâb, 21)
İçgüdü (doğal bilgi) açısından hayvanların çok gerisinde olan insanlar, aylarca ana sütü ve özel mamalarla beslendikten ve yıllarca ana kucağında taşındıktan sonra yavaş yavaş dünyadaki yaşam koşullarına uyum sağlamaya başlar ve her şeyi sorup öğrenmek isterler.
Sonra anaokulu, ilkokul, ortaokul, lise üniversite ve uzmanlık derken, hayatının en az dörtte biri eğitimle geçer ve bu eğitim süreci içinde yüzlerce hocadan yararlanır.
Sonu ölüm olan bu dünyada bir iş-güç sahibi olmak ve ekmek parası kazanmak için yıllarca sınav heyecanı yaşayan, stresle yatıp, stresle kalkan ve başarılı olamayınca bunalıma giren insanın,
Sonsuzluk âlemi olan âhiret sınavını kazanması ve o güzelim cennette ebedî mutlu yaşaması için daha fazla çalışıp çabalaması gerekmez mi?
En basit dünya işleri bile bilinçsiz, eğitimsiz ve hocasız olmadığı gibi mânevî eğitim de hocasız olmayacağından, Allah (c.c.) bizlere Hz. Muhammed gibi bir peygamberi göndermiş ve onun “Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı uman (kesin inanan) ve Allah'ı çok zikir edenler için bir örnek olduğunu” vurgulamıştır.
Hz. Muhammed gibi Hâtemü'l-enbiyâ olan bir peygambere ümmet olmanın zevkini yaşamayan, ibâdetin tadını almayan ve en çirkin günahları işleyip dışarıda çırılçıplak gezenler,
Ölüm meleği Hz. Azrâil hiç beklemedikleri bir anda ansızın karşılarına dikilince çok pişman olacaklar ama ne yazık ki iş işten geçmiş olacak ve Hz. Azrâil onlara “geç kaldınız” diyecek.
Allahım! Hz. Azrâil ansızın karşımıza dikilince, kefeni giyip karanlık kabre girince ve dostlar gidip kabrimizde yapayalnız kalınca, bize merhamet eyle. Annemizi, babamızı, yakınlarımızı ve bütün din kardeşlerimizi af eyle. Âmîn, velhamdülillâhi Rabbi'l-âlemîn...
***
Ahmet Tomor Hocaefendi
PEYGAMBERLERE ÎMAN KONULU SOHBETİMİZ
Comments