Yüce Allah buyuruyor:
Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla ya da perde arkasından (görünmeden) konuşur. Ya da (melekten) bir elçi gönderip izni ile ona dilediğini vahyeder. Kuşkusuz O (Allah), çok yücedir, hakîmdir. (Şûrâ, 51)
Her açıdan insanların en üstünü olan, ruhlar âleminde ilâhî seçimle belirlenen ve gönderildikleri toplumlara Allah'ın (c.c.) emirlerini tebliğ etmekle görevli olan peygamberler ile Allah (c.c.) arasındaki mânevî iletişim olayına vahiy denir.
Vahiy olayı bizim gibi sıradan insanların değil, mânevî yeteneklere sahip olan evliyaların bile akıl ve hayallerinin ötesinde çok yüce ve kutsal bir iletişim olduğundan, “vahiy nedir?” sorusuna bazı evliyalar, tek kelime ile bilmiyorum diye cevap vermişlerdir.
Hz. Âdem'i madde ve madde ötesi âlemlerin özünden yaratan Allah (c.c.), insanlara görme, işitme, koku alma, tatma ve dokunma gibi maddî duyuların dışında, akıl, gönül, hayal, vehim ve müdrike gibi mânevî duygular da vermiş ve bu nedenle insanı yeryüzüne halife (egemen) ve o güzelim cennete aday yapmıştır.
Ancak îmanla küfrün yani Hz. İbrahim ile Nemrud'un, Hz. Musa ile Firavun'un ve Hz. Ebu Bekir ile Ebû Cehil'in birbirinden ayrılmaları için Allah (c.c.) îmanı, gaybîlik (görmeden inanma) ilkesine bağlamış ve bu nedenle insanların maddî ve mânevî duyularını sınırlı ve kısıtlı yaratmıştır.
Sınırlı ve kısıtlı duyuları ile madde âlemindeki atomları ve bakterileri çok küçük olduklarından, cinleri çok şeffaf olduklarından, havadaki gazları renkleri olmadığından ve melekleri madde ötesi nûrânî varlıklar olduklarından göremeyen insanın, göklerin, yerlerin tek egemeni, bütün âlemlerin Rabbi ve yüceler yücesi olan Allah'ı (c.c.) dünya gözü ile görmeleri düşünülemez.
Ruhlar âleminde ilâhî seçimle belirlenen peygamberler, mânevî açıdan diğer insanlardan farklı özelliklere sahip olmakla birlikte, sonuçta onlar da insan oldukları ve onların duyuları da sınırlı olduğundan âyet-i kerîmede, “Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla ya da perde arkasından (görünmeden) konuşur. Ya da (melekten) bir elçi gönderip izni ile ona dilediğini vahyeder” buyuruluyor.
Vahyin çeşitleri
Sâdık (gerçek) rüya
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Mü'minin rüyası, nübüvvetin (peygamberliğin) kırk altı cüzünden biridir. (Buhârî-Müslim)
Ümmü'l-mü'minîn Âişe radıyallahu anhâ diyor ki:
Resûlullah'a (s.a.v.) vahyin başlangıcı uykuda sâlih (doğru) rüyaları görmesi ile başladı. Gördüğü her rüya, sabahın aydınlığı gibi ortaya çıkar (gerçek olur) du. (Buhârî)
Gerçek mü'minlerin rüyası nübüvvetin kırk altıda biri olduğuna göre, kuşkusuz peygamberlerin gördüğü her rüya gerçektir ve vahyin cüzü (parçası) değil tamamı demektir.
Yüce Allah buyuruyor:
(İbrahim:) “Ey yavrucuğum! Doğrusu ben rüyamda seni boğazladığımı (kurban ettiğimi) görüyorum; düşün bakayım ne dersin?” dedi. (İsmail:) “Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşâAllah beni sabredenlerden bulursun” dedi. (Sâffât, 102)
Peygamberlerin rüyası gerçek ve güvenilir vahiy olmasaydı, İbrahim (a.s.) gibi bir peygamber sadece rüyaya dayanarak biricik yavrusu İsmail'i (a.s.) kurban etmeye kalkışmaz ve yavrusu da “Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap” diye babasına teslim olmazdı.
Hz. Cebrâil'in gerçek şekli ile görünmesi
Yüce Allah buyuruyor:
Andolsun ki, onu (Cebrâil'i) bir defa daha Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında gördü. (Necm, 13-14)
Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Cebrâil'i gerçek yani melek şekli ile iki defa gördü. Birincisi ilk vahyi getirdiği zaman Nur Dağında, ikincisi de Mîrac gecesinde yedi kat göklerin üzerinde Hz. Cebrâil'in mâkamı olan Sidretü'lMüntehâ'da.
Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Cebrâil'i gerçek şekli ile ilk defa gördüğünde çok korkmuş, titreyerek evine gitmiş ve vefâkâr eşi Hadîce'ye (r.a.), “Beni ört, beni ört” buyurmuş. Sonra Hz. Cebrâil ile aralarında samimi kaynaşma olduğundan, ikinci görüşünde bu tür bir olay yaşanmadı.
Hz. Cebrâil'in insan şeklinde görünmesi
Hz. Cebrâil, Allah'ın (c.c.) emri ile vahiy getirirken ya da Peygamberimiz (s.a.v.) ile sohbet etmeye gelirken melek şeklinde değil, normal bir insan şeklinde ve genelde ashâb-ı kiramdan Hz. Dihye'nin şeklinde gelirdi.
Tüm canlı türleri ancak kendi cinsleri ile kaynaştıkları gibi Peygamberimiz (s.a.v) de insan şeklinde gelen Hz. Cebrâil ile kaynaşmış ve zamanla çok samimi dost olmuşlardı.
Görmeden Allah'ın (c.c.) sesini duyma
Yüce Allah buyuruyor:
Belirlediğimiz vakitte Musa (Tûr Dağına) gelip de Rabbi ona kelâmını duyurunca, “Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim” dedi. (Allah): “Sen beni (dünyada) asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni görürsün”. buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince, onu paramparça etti ve Musa da bayılarak yere düştü. (A'râf, 143)
Her peygamberin farklı özelliği olduğu gibi Musa (a.s.) ın özelliği de, kalbine ilham şeklinde ya da melek aracılığı ile değil de doğrudan Allah'ın kelâmını duyduğu için ona, “Kelîmullah” denildi.
Peygamberimiz'i (s.a.v.) görüp îman eden ve az bir zaman da olsa sohbetinde bulunup mübarek sesini duyan en azılı müşrikler bile, bir anda bütün velâyet (evliyalık) mâkamlarını aşıp sahâbelik mâkamına ulaştıkları gibi,
Mekân ve yön gibi hiçbir şeyle kısıtlı olmaksızın tüm duyguları ve hücreleri ile Allah'ın (c.c.) kutsal kelâmını duyan Musa (a.s.) gibi ulü'l-azm bir peygamber de, kim bilir o anda ne gibi mânevî dereceleri aştı, kim bilir ne gibi ruhsal zevkleri yaşadı ve kim bilir Allah aşkıyla nasıl yandı ki, “Rabbim! (Ne olur) bana (kendini yani Cemâlini) göster; seni göreyim” diye yalvardı.
Vahyin zirvesi
Hz. Âdem ile başlayan peygamberliğin son halkası olan sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), Allah'ın (c.c.) özel daveti ile mîrac gecesinde mânevî derecelerin hepsini aştı ve vahyin zirvesine ulaştı.
Dünya ve âhiret âlemlerinin de çok ötesinde olan ve Cebrâil (a.s.) ın bile çıkamadığı o kutsal mâkamlara çıkan sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), hem Allah'ın (c.c.) kutsal kelâmını duyup konuştu hem de Cemâlullah ile şereflendi.
***
Ahmet Tomor Hocaefendi
Comments